5 Kasım 2012

Slowblow

hava sıcak galiba, anlamıyorum pek, elim buz. garip bir titreme. işe gitmemi engelleyemeyeceksen ne diye geldin aptal grip. iki günde yataktan kalkabilecek hale gelmem için neden bu kadar acele ettiniz acaba sayın mikroplar, dikkatinizi çekerim mikrop milleti!, bir önceki postta "sevgili mikroplarım" ifadesini kullanmışken beni bu resmi ve soğuk söylemlere iten yine siz kendinizsiniz. yatak döşek iki gün tatil gününe denk gelmeseydi bari. ben bir süre söylenicem burda. siz gidin. 

peki, gittiğinize göre söylenmeye devam edebilirim.. ne demiş Nizar Kabbani; "Yazıyorum/Buğday başakları okusun diye beni/Ağaçlar okusun diye beni/Yazıyorum kurtarmak için sevdiğimi/Şiirsiz şehirlerden/Keyifsiz, gönençsiz, sevgisiz şehirlerden." 
benim yazma sebebim bunlar da değil, ne garip.. 
yanlış leylâlar da bağdattan döner mi peki, diye düşünürken sevmek de yorulur diye yankılandı üstadımın sesi. ne çok sevmiş ki Rabbini, erkenden yanına almış, koymamış bu aptal dünyanın ıvır zıvır derdinin eline..

--
dün/pazar

perdeyi araladım, baktım, güneş var. yine de buz gibi bir betona çarpıyor insanın yüzü tül perdeyi aralayınca, karşı evin duvarına. koskoca beton, bir kenara itilmiş utangaç bir saksıyı pencere girintisinde saklıyor. esmese rüzgar da düşmese diye içimden geçirmeden edemiyorum. sonra bunun gereksiz bir tedirginlik olduğunu anlayıp rahatlıkla rehavet arasında bir yer arıyorum gözlerime. belli ki uzun zamandır orda ve belirsiz bir süre daha orda konaklayacak. birden koca gövdesiyle bir martı giriyor saksıyla aramıza. martılar yakından ürkütücü denebilecek kadar büyük görünüyorlar bazen gözüme. uzandığım yerden betonların arasından silik gökyüzünü çekip çıkarıyorum halsiz kollarımla. bırak diyor aklım kuşla çiçekle oyalanmayı kalk, o aptal kadınlardan olmamak için sürüklendin,  onlardan biri olmamak için herşeyi yaptın, şimdi kalk ve saçmalamayı kes! dese de beynim bedenimdeki ağrılar ve kırgınlık hiç birşeye izin vemiyor. başımın içinde dolanan milyon tane gürültünün hiç birine söz geçiremiyorum, birbirlerini yiyorlar afiyetle. başımın etini yiyorlar iştahla. bir iki fotoğrafa bakıyorum; kadın sokakta çamurların içinde yatıyor, Afganistan olmalı, feryat ederken basılmış deklanşöre bir başkası, yanmış içi belli. ne kadar da alıştık görmeye bu "pozları".. yazmaya bile devam edecek gücüm yoksa durum gerçekten fena olmalı beynimin içinde. başımın belası ellerim kelimelerim, tek zararınız bana olaydı. umarım öyledir. öyle olmalı. gözkapaklarım dağ gibi yığılacak birazdan yüzüme. dağ deyince tabi durmadı beyin; "Gerçek şu ki, Biz (akıl ve irade) emaneti(ni) göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emanet)i insan üstlendi."

4 Kasım 2012

adaçayı, bal karabiber, hırka, theraflu-forte

saat olmus gece uc, kafam olmus beyazit meydaninda aksam isporta tezgahi, ne arasan en ikinci elinden en kacagina. (bir ara yazicam beyazit meydanindaki esyalari, saticilari vs) neyse iste anladin sen sakli sehir. anlasilmak seksiz suphesiz; buyuk nimet, mutesekkirim bilesin kara sehir. neydi, heh, bi dunya olmus bunca yil kafam bildigim koy sordugum iki omzumun ortasinda yukselen boynumun ustundeki gunah kecim. kupam dolmus adacayi, bogazim olmus ayda kriter.. bal, karabiber, hırka ve belki de yine ayni halusilasyon bizi ziyaret eder. yine bekleriz deyipte savdimdi. bakin anlasalim, ise gitmeye bir kac gun engel olsaniz benim icin kafi sevgili mikroplarim, ayrica sizleri takdir etmiyor degilim, bacak kadar boyunuzla iyi is cikardiniz, hem simdiden yaptiklariniz yapacaklarinizin teminati bu belli. goreyim sizi!