22 Aralık 2010

araf



kaçacak yer yoktu işte, hapsolmuştu sonunda dünyaya. üç demirli bir mahzen şimdi gökyüzü. sığıp geçebileceği kadar boşluklar ama kaçmak imkansız. bu ifritler de kimdi, ne zaman, nasıl da farketmeden sarmışlardı her yanı. kalakaldı oracıkta, evi üç beş adım ötede halbuki. gelişigüzel örülmüş bu dantel işini kimden araklamışlardı acaba bu ağaçlar. yok bu daha çok doğaçlama çalınmış bir şarkı gibi sanki inişli çıkışlı ritimlerden oluşan. aklını yitirmek üzereydi, hangi dala baksa ardından bir diğeri törpüsüz tırnaklarını kurbanına hazırlıyordu pis pis sırıtarak. duymuştu bir iki hikaye ağaçlarla ilgili de efsane deyip geçmişti. hiç böylesini duymamış,görmemişti. ağaçların en acımasız komplosuydu bu galiba şimdiye kadarki. dallar öylesine kaplamışlardı ki her yanı, ne yukarı uçmak ne de aşağıya yönelmek imkansızdı. gökyüzünden mahrum edildiği gibi yeryüzünden de menedilmişti; orda öylece, arafta terk edilmişti.

kanatlarına baktı. yıllardır pekte kullanmadığını hatırladı onları. bi kaç metreyi aşmazdı uçuş yüksekliği her seferinde. yeterli bir seviyeydi avlanmak için de yuva yapmak için de arkdaşlarla toplanmak için de ufak bi ağaç yeterliydi. uyumak içinse bir dal kafiydi ayaklarıyla kavrayabileceği. tam en uca konardı, herşeyin en ucuna, çatıların en sivri yerine, ağaçların en ucundaki dala, çanak antenlerin tam üstüne, bahçe çitlerinin demirlerin en sivri yerine konardı her kuş gibi o da ara sıra. sıkıldıkça bazen şöyle bir tur atıp gelirlerdi insanların başlarının az yukarısından. bir gün birinin 'ah şu çılgın güvercinler!' dediğini duymuştu tam çarpacakken, elinin ucuyla kovalamıştı kadın onu. diyememişti o sırada 'afedersiniz pek alışkın değilim de uçmaya, kusuruma bakmayın'. hem ayakları vardı; kısmen aşınmış olsalar da asfaltta, kaldırım taşlarında yürümekten, iş görüyolardı. *'yürümenin dışındaki bütün eylemlerin adı kaçış'tı ya ona sığınıyordu. hatta bir keresinde kaldırımda yürüyen kızın önünden bir türlü çekilememişti, hızlı yürümeye alışkın olsa da kaçamamıştı o an. kız da garip bir tipti hani, sağdan yada soldan küçük bi manevrayla yoluna devam edebilirdi ama nedense yavaşlayıp arkası sıra geliyordu. bi şeyler mırıldanıyordu hatta kendi kendine; 'benim kanadım olsa bi dakka durmazdım senin gibi ayak altında, uçsana hadi uç!' gibi bişeyler söylenip duruyordu. bir bakış atıp kıza, başını kaldırarak: 'yürümenin dışında bütün eylemlerin adı kaçış, kaçış; kaçıştır!' deyip arkasını dönüp koşar adım karışmıştı insanların arasına. kalakalmıştı kızcağız oracıkta gözleri kocaman açık, boynu hafif yana eğik, hafif bir gülümseme yüzünde, elleri iki yanına sarkmış. gariplik bu ya biri kendini kuş sanıyordu, diğeriyse insan..

bir kaç saniyesini de bu anımsamayla tüketmişti. ama zaten burdan kurtulmanın bi yolunu aramakta boşunaydı. hem diğerleri nerdeydi. bu saatte hep buralarda olurlardı. ya da kaçıncı kurbandı kendisi, ne zaman örmüştü kader bu çapraşık dallarını üstüne, kurtulabilecekmiydi aslen en mühim olan buydu. bu muydu?
nedensiz olamazdı bu saçmalık. hem zaten uçmayan bir kuşa bu komplo da nesiydi şimdi. zaten kaçmıyordu ki kimseden. kalakalmıştı bu zalim tuzağın ortasında her nasılsa. korkmak bir yana, bir sebep arıyordu hala bu duruma, aslında yanlıştı; korkunun ecele binbir türlü faydası vardı. sırf o faydalardan mahrum olsun insanlar diye uydurmuş biri dedi içinden. ama sanırım kendisi iki kanadı olan bir kuştu; yani insanlar için geçerli olan ecel-korku ikileminin onun dünyasında yeri olmamalıydı, ne hikmetse vardı..
dakikalar geçiyordu, dallar üstüne üstüne gelmekten vazgeçmemişlerdi hala. bu güne kadar dallarında gülüp eğlendiği, uyuyup güneşle uyandığı, ince, kırılıp dökülmüş dallarından tek tek toplayıp yuva yapmasına izin verdiği ağaçlar gitmiş, yerine bu ifritler gelmişti. anlayamıyordu hiç birşey..

araf; yeryüzüyle gökyüzü arasında, kanatlarınla ve ayaklarınla asılı kalmaktı. görebildiği küçük açıklıktan gökyüzüne baktı. hiç bu kadar uçmak istememişti sahi. gittikçe sıklaştıklarını farketti dalların. sonra biraz daha, biraz daha..küçük bir bulutun diğerine yanaştığını gördü bir ara. zalim bir dal onu da kapattı hemen. şimdi mavi bir çizgiden ibaretti tüm görebildiği gök. yeryüzününse yüzünü gören cennetlikti şimdi, peki bu görebildiği karanlık, yeryüzü müydü ki?


*ilhami çiçek-satranç dersleri

10 Kasım 2010

resim tekniğine yeni soluk !

efendim bu küçük yaramazın adı ahmet, nam-ı diyar küçük ahmet.
çekimleri çileli filmimizin son sahnesi için bulabildiğimiz tek çocuk eleman.. dört buçuk yaşında kendisi ve çığlıklarıyla meşhur :) ama tatlı mı tatlı bir küçük afacan ki sormayın gitsin. neyse. türk usulü, söz verip vaktinde gelmeyen diğer arkadaşı beklerken hem kendimizi, hem ahmetin annesini özellikle de küçüğü sakinleştirmek için derhal bişeyler yapılmalıydı. huysuzlanması an meselesiydi. etrafta, çantalarda elde ne var ne yok döktük tabi ortaya. hem rolüne hazırlık olsun hem de çocukcağız tadını çıkara çıkara, "aman koltuğa sürdün boyayı ahmet", "bak yine masayı boyamışsın defter yerine ahmet" vs olmadan boya yapsın deyu verdik eline fırçaları boyaları. (tek şansımızdı da denilebilir yoksa makinamın ya da kameranın gasp edilmesi yine an meselesiydi.)
ilk başta herşey normaldi. nasıl küçük bi çocuk önüne böyle malzemeler konunca hevesle işe koyulursa öyleydi yani. boyalar sıkıldı, fırçalara bulandı, kağıda gelişigüzel figürler çizilmeye başlandı. normaldi işte herşey gayet doğaldı. ya da, ya da bize öyle gelmişti. sanırım biz ilk fotoğraftaki bakışın manasını yeterince iyi anlayamamıştık...ya da dördüncü fotodaki hareketi... 'vee geliyor' anlamındaymış meğerse. ben şaşkınlık içinde kaçırmamak için fotoğraf çekerken bi yandan annesi "ah oğlum kirlettin vah oğlum, ablaların boyaları bitirdin.." şeklinde aralıksız yakınırken. noluyoruz diyemeden ard arda fırça darbeleri kağıdın üstünde yerlerini buluyordu. birden iki fırçanın aynı anda suya daldırıldığını gördüm bi ara ve kağıtta ilerlediklerini. biz buna şaşıralım derken bir de baktık varolan tüm fırçalar minik avuçlarda ve havada ve suda ve karada ve kağıtta ..pek çok resim tekniği vardır ya direk tüpten tuale, ana hatlar, fırça darbeleri vs vs ama sanırım bu ilk: eldeki tüm fırçaları alıyoruuuz ve boyaya buladığımız gibi aktarıveriyoruz. al sana free style :)


ahmet beyler gayet ciddi, sakin ve kendinden emin bir şekilde tek kelime etmeden odaklandığı işine son sürat devam ededursun ufukta bizim elemana dair hala bi işaret yoktu. ve sanırım bu en çok küçük ahmetin işine yaradı. zinhar tek kelime etmedi, tam bir profesyonel, tam işinin erbabı, tam bir soyutlama uzmanı..

Kendisi sorduğumuz sorulara tek kelimelik cevaplar vermeyi tercih etti. üstelemedik; ustanın işine karışılmaz..

öyle sanıyorum ki o günü hiç unutmayacak. çekimler bitip, üstünden zaman geçmesine, uykusunun gelip 'gideliiiimmm!' diye huysuzlanmasına rağmen aniden dönüp annesini çekiştirerek camın önünde kuruyan eserini almak isteyişinden belliydi.





ve işte şaheserimiz: yüzyılların resim sanatı yağlı boyaya yepyeni bir soluk! 

3 Eylül 2010

2x2


y


yürüyordu yeryüzünde,
yaslanıyordu yanındaki yorgunluğa,
yakıyordu yağmurları yüzüne değdikçe
yeniliyordu yaşamaya
yavaşlayarak yaklaşıyordu;
yokluğuna yakalanıyordu yitirdikçe
yetişirdi ye'se düstüğünde
yaz yağmurları; yalvarırdı yağsın diye yağabildiğince...
yine de yersiz yurtsuz,
yerli yersiz yürüyordu yeryüzünde.
yavaş yavaş yok oluyordu...

28 Ağustos 2010

veba

keyfini yokladı. üç kere. yine yerinde yoktu.hep böyleydi sahi, olsada yokmuş numarasına yatmayı kendine marifet sayardı. yine yoktu işte. belki de hiç olmamıştı. yüzyıllardır kendini kandırdığı bir sanrıydı belki de. yaşamanın ağır geldiği insanlara özgü bir sanrı...

koştu, koştu, koştu...caddelerde, ara sokaklarda... nehir kenarına kadar vardı. durmadı; ne kendisi ne de aklında gezinenler. durmadı; durursa nefesi, anlatsa kelimeler eriyecekti sanki dilinde. anlatamazdı sahi, bir an unutmuştu sağırlık vebasını. kendinden başkasını duyamayan kulaklar bırakmıştı veba herkese. hastalığın tedavisi için yıllardır ruh doktorları el birliğiyle terapi saatleri boyunca akreple yelkovanın hızlı ilerlemesi için yalvarıyorlardı. 'nasılsın' sorusunun bir önemi yoktu, nasıl olduğunun da; cevabı bir önem arzetmediği için vebalılara. o yüzden kimse ayak seslerini duymadı. sadece koştu etrafına bakmadan.

ertesi gün koşmayı bırakıp bir bisiklete atladı. pedallara asıldıkça resimler hızlanıp film oluyordu beyninde. hızlandı, bir an önce son kareye gelsin, bitsin istedi. biterse belki unutabilirdi diğer insanlar gibi çabucak herşeyi, aklı bir eskici dükkanına dönmeden evvel. unutabilmeyi şiddetle arzuladı. hiç bir zaman bir şeyi onlar gibi arzulayamadığı için bunu da becerememişti. esefle kendini kınadı. bu kınama sonucu eline bir şey geçmemişti ya da herhangi bir atom yerinden hareket edip, mevcut durum için bir değişikliğe sebebiyet vermemişti. yalnızca içinde bulunduğu duruma olan öfkesini kendisine ispatlamıştı. teşbihte hata bulmadan bir kısım insanların diğerlerine saldırışının ardından geri kalanın tek yaptığı şeyin bunları kınamaktan ibaret olduğunu anımsadı. yıllarca hep bunu anımsamıştı ama artık dua edemeyenlerden korktu,  kalbiyle buğz edemeyenlerden de. çok korktu...eskiden de böyle miydi? zihnindeki yıkıntıların arasında buna dair bir kayıt bulamadı. sık sık hatırlatmalıydı kendine hangi yüzyılda yaşadığını. unutur gibi olmuştu bir an, pedalları yavaşlattı. kocaman kuş dolu bir kafesin kapısı açılınca kuşların gökyüzünü doldurup kaçışı gibiydi o kısacık an. ne de kıymetliydi. bazen saniyeler geçmek bilmezken o kısacık unutma anı uçuvermişti puf diye. zihnine üşüştü gerisingeri binlerce bakış, duruş, gülüş, kelimeler, sesler, yüzler...hangisinden kaçıp hangisinden tiksineceğini şaşırdı.

yanlarından geçtiği çocuk annesine bir şeyler soruyordu hevesli merakıyla. daha iyi duyabilmek için iyice yavaşladı, gözüne bir şey kaçmış gibi yapıp ovaladı. bir umut, belki annesi duyardı çocuğu. ama kadın başından savmaya yetebilecek bir kaç  şey mırıldandı. çocuk susması gerektiğini anlamıştı. annesi de vebadan nasibini almıştı. ne yazıktı. önceleri çocuktur diye dinlemezlerdi, şimdiyse sağır oldukları için.  zaten onların hep, her şeyi anladıklarını düşündü. wordsworth geldi aklına. insanlığın bilgesi demişti çocuk için. sadece susmuştu bilgeliğin erdemiyle işte çocuk.

bisikletten indi, eski tuğlalardan örülmüş bir duvara dayayıp bıraktı. alıp gitmek şöyle dursun, kimse zaten dokunmazdı, yaklaşmazdı bile duvara dayanmış bir bisiklete. her an her şey bomba yüklü bir ölüm makinası olabilirdi bir kaç saniye içerisinde. çöplüğe dönmüş zihni de...insanların ölüm saçan bir bombadan daha tehlikeli olduklarını anımsadı. içini susturamamıştı işte yine, beynini de...derin bir nefes aldı. vermedi. kendini içine çekti gitti.

düş'ünce



"yanımdan bir kuş havalandı az önce. 
bir kuş nasıl havalanırsa 
öyle kanatlanarak.
uzun uzun baktım arkasından,
uzun uzun düşündüm.
o mu havalanıp gitti acaba yanımdan;
ben mi burada kaldım?"


gökhan özcan



27 Ağustos 2010

orda

yine yorgun dönmüştü savaştan, yine yarı galip...
ne bir damla yaş ne de bir ses, tını; alıp götürdüler demişlerdi herşeyi de inanmamıştı kimseye. yorgundu, yağmalardan, yağmurlardan...ellerine baktı. sonra gökyüzüne. bir daha ellerine sonra. dokunmak istedi hayata tam orda. uzandı, bir şey bulamadı...keşke demenin bir anlamı olsaydı demezdi. anlamsızlıktan başka bir yalan bulamamıştı bu hiçliğe...bulutlara kaldırdı başını tekrar. yeryüzünden sıkıldıkça göklere sığınırdı hep.

oradaydı, tam orada, işte tam durduğu yerdeydi. harabelerin içinde büyüyen otlar gibiydi orada herşey.
orada, biraz fazlaydı herşey ve hep biraz eksik...
düşüncelerden ağırlaşmış başıyla ve iki yanına sarkık kollarıyla öylece durdu orda...


injured


sin palabras*




yok gibi bir günün ardındaydı yine; renklerin karmaşasında...kayıp ruhların simaları sinmişti yine erimiş asfaltlara,kaldırımlara...gözlerini kaçırdı  her yerden hemen. sesler ve yüzler, suya yeni basmış bir iki kedinin ayak izleriyle birlikte yerlerini almıştı yine küçük şehrin caddesinde.

yokuşu bitirip başını kaldırdığında soluk soluğa adamı gördü. ilk kez nefes almasına izin verilmiş gibiydi sanki. bir kaç kesik denemeden sonra bir nefes daha bıraktı atmosfere ciğerlerinden. belki de adamın tüm bildiği bir nefeslik o an kadar bir şeydi diye düşündü.  belki de nefesi o yüzden kısa ve yorgundu.
yamaçtaki o nar ağacını; belki de hiç görmemişti az önce önünden geçen bir diğeri. hiç küçük bir dağ çileği tatmış mıydı kırmızı çantasına sığınmış koşar adım karşıya geçen şu kadın...acaba bir şehrin derdiyle dertlenmiş miydi? o ya da diğerleri, hepsi, öteki, beriki, az önce yığınla önünde akıp gidenlerden bir kaç tanesi düşlemiş miydi düş'ünmeyi gerçekten, hani yumduğunda gözlerini, hani küçük ölümlere dalındığını bilmeden uykulara daldıklarında...her gece...

yokuşun başındaki adamın bıraktığı nefesin yerine bir tane daha aldığını duydu. yok olan bir günün daha kaygısıyla yüzünü bulutlara kaldırdı gayri  ihtiyari ihtiyar adam. alnına düşen damlanın kıymetini bilmeye fırsatı kalmadan silip attı parmaklarının iç kısmıyla...
yere baktı, sokağa, pecmurde kaldırımlarına...birden belli belirsiz bir şeyler gördü. dönüp baktı. aldırmadı önce. etrafta artarak savrulduklarını farketti sonra. iyice bakınca sokağı dolduran sayısız harfleri gördü, ardından kelimeleri... itiş kakış akıyordu savrulmuş heceler, canhıraş. başka bir yerde daha yoğun olduklarını gördü, caddenin o kısmı daha kalabalıktı. bütün bunlara bir anlam veremese de tam önünden geçen küçük kıza tam "anne"ni düşürdün diyecekti ki kaçıverdi gözünden küçük kızın iki hecelik "anne"si. sonra bir kıpırtı hissetti ayak uçlarında. eğildi baktı, bir kelime takılmıştı ayaklarına, hafifçe basarak durdurdu, eline aldı bir adet "bilmiyorum"u ve tam "afedersiniz bu sizden düş..." diyemeden akıp gitti bir başkası...birden yuvarlanan koca puntolarla yazılmış "BEN"i yakaladı, bu defa kararlıydı verecekti sahibine kelimeyi. başı gökdelen kadar adama sesini bile duyuramadı...bir tane de "sen" geçti hemen yanından, ardından "şemsiye" onu takip etti. peşisıra kelimeler birbirine çarpa çarpa akıyordu, anlamlı bir cümle kurmak imkansızdı...

etrafına baktı, insanlara. görmüyorlar mıydı, kelimeleri terk ediyordu onları her adımlarında. böyle giderse yakında konuşamayacak, yazamayacak, bir hece bile bulamayacaklardı adlarını söyleyecek. o adama baktı yine, biraz daha ilerlemişti. nefes miydi bir türlü alamadığı az önce yoksa kelimeleri mi bitmişti. aceleyle zihninden uçuştu birkaç dakika öncesi. karar veremeden birden döndü; az önce fark etmediğini şimdi algılayabildiğini görünce ayaklarına dolanan harflere aldırmadan kalabalığa doğru iyice yaklaştı. insanların ağızlarından döküldüğünü sandığı yığınla kelimelere baktı...olamazdı,konuştuklarını duymuştu, az önce "sen" demişti birisi. durdu. yanından geçen adamın gözlerinden etrafa savrulan  harflere bakakaldı...

*kelimeler olmadan